Yaz yaz yaz, kaç kaç kaç!

Üniversitede çalışmak hep güzel güzel diyorum da, zorlukları yok değil. Araştırma süresince birçok yeni yayın yapma imkanı doğuyor. Ama yazmak o kadar da kolay bir iş değil. Yayın yapmak da bu işin doğasında var… Yani kimse bizi bu yola girmeden kandırmadı, o yüzden söylenmiyorum! 🙂
Yazmak neden zor peki? Baştan sona mantıklı bir içerik oluşturmak gerekiyor, ve bunun için de uzun saatler. Öncelikle yaptığınız araştırma neden enteresan bunu iyi anlatmak gerekiyor. Daha sonra bu enteresan problemi nasıl ele aldığınızı ve çözdüğünüzü anlatmak lazım. Ve tabii ki orijinallik önemli, daha önce yapılan bir işi tekrar yapmanın kimseye faydası yok. Aksine daha önce yapılan bir çalışmayı ele alıp bir adım ötesine taşıyabilmek önemli. Yoksa bilim yerinde sayardı değil mi?
Bilim dünyası biraz acımasız. Süper bir çalışma yaptınız belki, ama yaptığınız çalışma kimseler tarafından görülmeyebilir. Bir taşı okyanusa fırlatıyorsunuz, bekliyorsunuz ki yarattığı dalgalar bir yere ulaşsın. Bazen seneler sonrasında yaptığınız çalışma değer görüyor, kimi zaman da unutulup gidiyor. Biraz ısrarcı olup güzel fikirlerin peşini bırakmamak, fikirlere küsmemek ve yola devam etmek gerekiyor. Sabır işi evet…
Konferans ve çalıştaylara makale göndermek biraz stresli oluyor. Her alanın kendine ait çeşitli konferansları oluyor, ve her sene ya da birkaç senede bir düzenli olarak bu konferanslar değişik ülkelerde organize ediliyor. Konferansların kendine ait bir takvimi oluyor, ve belli bir tarihe kadar makaleleri göndermek gerekiyor. Bu tarihe ne kadar yakınsanız, stres kat sayısı da bir o kadar fazla oluyor 🙂 Ben bu tarihleri seviyorum, çünkü yaptığım işleri nereye göndermek istediğimi görüyor ve işleri ona göre planlamaya çalışıyorum. Tabii ki her zaman her şey planlandığı gibi gitmiyor, ama en azından çalışmaların yürümesi için iyi bir motivasyon oluyor. Mesela her sene yapmayı sevdiğim şeylerden biri, X konferansı bu sene nerede düzenleniyor diye araştırmak. Yeni bir ülke, şehir, kültür bunlar da motive olmanın unsurları…
Bir İstanbul Kaçamağı
Mayıs ayında ben de çılgın bir yayın sürecinden çıktım. Gece gündüz demeden birkaç makale paralelde çalışınca biraz devrelerim yandı. Böylesi yoğun bir tempo sonrasında da insan kendini kocaman bir boşlukta buluyor. Ben böyle dönemlerin arkasına hemen bir tatil sıkıştırıyorum! “Çok çalıştım, hakkımdır”, diyerek kendimi biraz şımartıyorum evet! Neyse ki ay ortasında bir İstanbul planı vardı. Yeğenimin vaftizi dolayısıyla bir kaçamak yapabildim ve çok iyi geldi tabii ki. Her ne olursa olsun tüm ailenin bir araya gelebildiği bu özel anların kıymetini bilmek lazım. Ne de olsa aile işte, seçmiyorsun ama farklı bir bağ var ve bir şekilde sana kendini iyi hissettiriyor.
İstanbul’a yabancılaşacak kadar yurt dışında yaşamadım henüz. Yine de bazı şeyler, yerler, yüzler anlamını çoktan yitirmiş bile. Bir şeylerin hoşumuza gitmesi aslında sevdiğimiz insanlara çok bağlı. Eksiksen ne yediğin yemeğin tadını alıyorsun, ne de içinde bulunduğun anın keyfini sürüyorsun. Sonra yeni insanlar sokmuşsun hayatına artık, onların olmaması da seni eksik hissettiriyor. Öyle bir döngü ki sanki eksiklik üzerine kurulmuş, ne yaparsan yap hep eksiksin 🙂
Azınlık olarak doğduğumuz andan itibaren, aidiyet duygusundan mahrumuz, eksik doğuyoruz, ötekiyiz. Sonrasında ise eksiklikler peşimizi bırakmıyor. Şimdi… Ne oradayım ne buradayım, eksiğim ve eksik kalmaya devam edeceğim. Yaşamanın püf noktası budur belki, eksikleri doldurmak için çabala ve yeni eksikler yarat! Yazmak da böyle… Daha çok çalış, eski eksikleri kapat ve yenilerini yarat… Eksikleriniz eksik olmasın!
Haziran 2018 Paros Dergisi’nde yayımlanan yazım.